Sevgili okurlar,
Hiç hayatınızda “Ben bu anı
daha önce yaşamıştım sanki!?” dediniz mi? Ya da yolda yürürken alakasız bir
yerde karşılaştığınız eski dostunuzu birkaç gün önce rüyanızda gördüğünüzü
hatırlayınca kendinizi özel hissetiniz mi? Bilgisayarınızı her günkü gibi bir
hevesle açtınız. Siteleri gezindiniz ve parmaklarınız sizi bu yazıya getirdi.
Bakalım sizinle karşılaşmamız da bir tesadüf mü?
LAPLACE’İN ŞEYTANI
Ünlü Fransız
fizikçi Simon de Laplace “Olasılık Hakkında Denemeler” isimli kitabında evrende
tesadüf ve şans diye bir şey olmadığını savunmuştur. Ona göre gelecek pratikte
bilinemez (yani biz bilemeyiz) ancak teoride bilinebilir. Peki, bu teori nasıl
işliyor da geleceği bilmek mümkün oluyor, bakalım.
Elimde bir bozuk para
var. Şu anla ilgili tüm verileri bilirsem parayı attığımda yazı mı yoksa tura
mı geleceğini önceden bilebilirim. Yani şu anki verilerden kastım; hayattaki
bütün fiziksel faktörler: parayı fırlatırken onu tutuş açısı, ona uyguladığım
kuvvet, rüzgar, sürtünme, yerden yükseklik, hava akımı, paranın alaşımı,
düşeceği zeminin engebesi, kayganlığı hatta toz miktarı vs.
Şimdi insanoğlu bütün bu
faktörleri hesaplayamıyor diye bu parayı attığımda ne geleceğinin şans olduğunu
nasıl iddia edebiliriz. Olaylar bize rastgele görünseler de aslında tamamen
fiziksel gerçeklerle koşullandırılmıştır. Şimdi bu para olayını kabul ettik
diyelim, “Sonuç hesaplanırsa önceden tura-yazı bilinir” dedik; ya eski dostumla
karşılaşmam, o da mı hesaplanabilir?
Karşılaşma olayına gelelim.
İnsanlar hiçbir yere boşuna gitmezler. Yolda yürüyen her insanın bir amacı
vardır ve onlar bu amacı sürekli düşünürler hatta önceden tasarlamışlardır.
Yani gittiğimiz bir yer fiziksel, psikolojik ve duygusal etkenlerin bir
sonucudur. Demin bahsettiğimiz para atışında, sadece fiziksel faktörlerin
hepsini bilmemiz yeterliydi. Farzedin ki, o para atışındaki bütün etkenleri
bilen varlık burada da herkesin duygu ve düşüncelerini de biliyor olsun, aynı
zamanda çevredeki bütün fiziksel faktörleri de bilsin. Eğer bütün bu bilgileri
bilen bir varlık olsaydı bir sonraki anı çok rahat görebilirdi. Bir nevi
geleceği gören bir varlık; işte karşınızda Sayın Laplace Şeytanı. Böyle bir
varlık evrende asla modellenemeyeceği için şeytan ismi verilmiş. Arada bizler
de, “Sanki bu anı daha önce yaşamıştım” gibi oluruz. O zaman bizde de biraz
şeytanlık mı var?
Sanırım evet. Bu durumu
da Alman psikolog Carl Jung’un toplu bilinçaltı teorisi açıklıyor. Jung
bilinçaltını üçe ayırıyor. Birincisi; kişisel hatıralardır. Bizler, bunları
hatırlarız. İlkokul öğretmenimizin adı gibi. İkincisi; istendiğinde
hatırlanamayan hatıralardır. Onları hiç düşünmediğimiz için derinliklere
gömülmüşlerdir. Üçüncüsü ise; toplu bilinçaltıdır.
Toplu
bilinçaltı bizler uyurken devreye girer. Sadece kendi düşüncelerimiz değil
başkalarının düşüncelerinde de gezeriz. Düşünceleri bilmek maddeleri bilmek
kadar doğaldır. Kuantum fizikçilerine göre aslında madde diye bir şey de yoktur
çünkü şu ana kadar 12 farklı kuark bulunabildi ve kuarklar enerjidir. Madde
birtakım elementlerin bileşimiyse ve onları da atomlar oluşturuyorsa, atomları
da elektron-protonlar, elektron-protonları da kuarklar oluşturuyorsa madde
enerjidir. Düşünceler de elektrik sinyalleriyle oluşuyorsa onlar da enerjidir.
Böylece düşünceler ve maddeler birbirine bağlı bir enerji bütünüdür. Bizler,
uykuda bilinçaltımız devrede olduğu için uyanınca bu düşünce-madde karışımından
oluşan enerji havuzunda yüzdüğümüzü hatırlamayız. Yani, arkadaşımı rüyamda
görmem, ikimizin de uyku halindeyken düşünce karşılaştırması yaparak
planlarımızın kesişmesini fark etmemiz olabilir.
Bu anlattıklarım size
biraz ütopik gelmiş olabilir. İsterseniz toplu bilinçaltının kanıtladığı birkaç
örnek vereyim.
-Yeni doğan bebeğin aç
olduğunda ağlaması, annesini emme isteği duyması.
-Balığın yumurtalarının
kırıldığında her birinin yüzmeyi bilmesi.
-Yavru bir tayın, doğar doğmaz
etrafında öğrenecek zamana ihtiyaç duymadan yürümeye çalışması.
Bütün
bunları canlıların doğar doğmaz nasıl bildiklerine mantıklı bir açıklama
getirilemeyişi, toplu bilinçaltının varlığını hissettirmektedir. Canlılar toplu
bilinçaltıyla düşünce alışverişindedir.
Bütün bu
determinist yaklaşımların “özgür irade” yi yok saydığını düşünen Heisenberg,
Laplace’ in teorisine karşı “Belirsizlik İlkesi”ni ortaya koymuştur.
Bu ilkeye
göre doğada hiçbir partikülün konumu tam olarak bilinemezdi. Bahsettiğimiz
leptonlar, kuarklar incelenirken belli aralıklarda yok olmaktaydı. Ayrıca
girişim deneylerinde bir partikülün yerini bulmak için üzerine ışık
tutulduğunda ve partikül ile ışık dalgası kesiştiği zaman istemeden partikülün
hızı da değiştiriliyordu. Bu yüzden kuantum fizik, hiçbir şeyin tam olarak
bilinemeyeceğini gösteriyordu, fiziksel dünyada her zaman bir belirsizlik
vardı.
Lorenz ‘in “Kelebek Etkisi“
görüşü de determinizme tepkidir. O da, geleceği aşırı hassas bir terazi gibi
görmektedir. Örnek vermek gerekirse; tren rayında ekmek kırıntısı gören fare,
onu almak için rayda oyalanır. Tam o sırada tren geçer. Fare ölünce raydaki
bakımsız çivi yerinden çıkar. Tren de, tam o sırada bir nükleer santralin
yanından geçiyordur ve “BOM” diyerek abartmak istiyorum. Gazeteler,
manşetlere bakımsız raylar yazar ama asıl suçlu ekmek kırıntısıdır. Bunu da Lorenz,
Güney Afrika’da kanat çırpan bir kelebeğin Londra’da fırtınaya sebep
olabileceğini söyleyerek belirtmiştir. Yani, “Sayın Laplace, siz ne kadar
fiziki şartı düşünürseniz düşünün, ihmal edilecek en ufak nokta mutlaka vardır”
der.
Bu ay da, her açıdan
açıklamaya çalıştığım bu felsefi yazımı burada noktalıyorum.
Eminim bu yazı, birkaç soru
cevaplarken birçok soru işaretini de oluşturmayı ihmal etmemiştir. Böylece
felsefe de amacına ulaşmıştır.
Özge ATASEVEN