10 Şubat 2018 Cumartesi

Laplace' nin Şeytanı


Sevgili  okurlar,

Hiç hayatınızda “Ben bu anı daha önce yaşamıştım sanki!?” dediniz mi? Ya da yolda yürürken alakasız bir yerde karşılaştığınız eski dostunuzu birkaç gün önce rüyanızda gördüğünüzü hatırlayınca kendinizi özel hissetiniz mi? Bilgisayarınızı her günkü gibi bir hevesle açtınız. Siteleri gezindiniz ve parmaklarınız sizi bu yazıya getirdi. Bakalım sizinle karşılaşmamız da bir tesadüf mü?

                                                            LAPLACE’İN  ŞEYTANI

   Ünlü Fransız fizikçi Simon de Laplace “Olasılık Hakkında Denemeler” isimli kitabında evrende tesadüf ve şans diye bir şey olmadığını savunmuştur. Ona göre gelecek pratikte bilinemez (yani biz bilemeyiz) ancak teoride bilinebilir. Peki, bu teori nasıl işliyor da geleceği bilmek mümkün oluyor, bakalım.


  Elimde bir bozuk para var. Şu anla ilgili tüm verileri bilirsem parayı attığımda yazı mı yoksa tura mı geleceğini önceden bilebilirim. Yani şu anki verilerden kastım; hayattaki bütün fiziksel faktörler: parayı fırlatırken onu tutuş açısı, ona uyguladığım kuvvet, rüzgar, sürtünme, yerden yükseklik, hava akımı, paranın alaşımı, düşeceği zeminin engebesi, kayganlığı hatta toz miktarı vs.
 Şimdi insanoğlu bütün bu faktörleri hesaplayamıyor diye bu parayı attığımda ne geleceğinin şans olduğunu nasıl iddia edebiliriz. Olaylar bize rastgele görünseler de aslında tamamen fiziksel gerçeklerle koşullandırılmıştır. Şimdi bu para olayını kabul ettik diyelim, “Sonuç hesaplanırsa önceden tura-yazı bilinir” dedik; ya eski dostumla karşılaşmam, o da mı hesaplanabilir?

Karşılaşma olayına gelelim. İnsanlar hiçbir yere boşuna gitmezler. Yolda yürüyen her insanın bir amacı vardır ve onlar bu amacı sürekli düşünürler hatta önceden tasarlamışlardır. Yani gittiğimiz bir yer fiziksel, psikolojik ve duygusal etkenlerin bir sonucudur. Demin bahsettiğimiz para atışında, sadece fiziksel faktörlerin hepsini bilmemiz yeterliydi. Farzedin ki, o para atışındaki bütün etkenleri bilen varlık burada da herkesin duygu ve düşüncelerini de biliyor olsun, aynı zamanda çevredeki bütün fiziksel faktörleri de bilsin. Eğer bütün bu bilgileri bilen bir varlık olsaydı bir sonraki anı çok rahat görebilirdi. Bir nevi geleceği gören bir varlık; işte karşınızda Sayın Laplace Şeytanı. Böyle bir varlık evrende asla modellenemeyeceği için şeytan ismi verilmiş. Arada bizler de, “Sanki bu anı daha önce yaşamıştım” gibi oluruz. O zaman bizde de biraz şeytanlık mı var?
 Sanırım evet. Bu durumu da Alman psikolog Carl Jung’un toplu bilinçaltı teorisi açıklıyor. Jung bilinçaltını üçe ayırıyor. Birincisi; kişisel hatıralardır. Bizler, bunları hatırlarız. İlkokul öğretmenimizin adı gibi. İkincisi; istendiğinde hatırlanamayan hatıralardır. Onları hiç düşünmediğimiz için derinliklere gömülmüşlerdir. Üçüncüsü ise; toplu bilinçaltıdır.

Toplu bilinçaltı bizler uyurken devreye girer. Sadece kendi düşüncelerimiz değil başkalarının düşüncelerinde de gezeriz. Düşünceleri bilmek maddeleri bilmek kadar doğaldır. Kuantum fizikçilerine göre aslında madde diye bir şey de yoktur çünkü şu ana kadar 12 farklı kuark bulunabildi ve kuarklar enerjidir. Madde birtakım elementlerin bileşimiyse ve onları da atomlar oluşturuyorsa, atomları da elektron-protonlar, elektron-protonları da kuarklar oluşturuyorsa madde enerjidir. Düşünceler de elektrik sinyalleriyle oluşuyorsa onlar da enerjidir. Böylece düşünceler ve maddeler birbirine bağlı bir enerji bütünüdür. Bizler, uykuda bilinçaltımız devrede olduğu için uyanınca bu düşünce-madde karışımından oluşan enerji havuzunda yüzdüğümüzü hatırlamayız. Yani, arkadaşımı rüyamda görmem, ikimizin de uyku halindeyken düşünce karşılaştırması yaparak planlarımızın kesişmesini fark etmemiz olabilir.

  Bu anlattıklarım size biraz ütopik gelmiş olabilir. İsterseniz toplu bilinçaltının kanıtladığı birkaç örnek vereyim.
-Yeni doğan bebeğin aç olduğunda ağlaması, annesini emme isteği duyması.
-Balığın yumurtalarının kırıldığında her birinin yüzmeyi bilmesi.
-Yavru bir tayın, doğar doğmaz etrafında öğrenecek zamana ihtiyaç duymadan yürümeye çalışması.
    Bütün bunları canlıların doğar doğmaz nasıl bildiklerine mantıklı bir açıklama getirilemeyişi, toplu bilinçaltının varlığını hissettirmektedir. Canlılar toplu bilinçaltıyla düşünce alışverişindedir.
   Bütün bu determinist yaklaşımların  “özgür irade” yi yok saydığını düşünen Heisenberg, Laplace’ in teorisine karşı “Belirsizlik İlkesi”ni ortaya koymuştur.

    Bu ilkeye göre doğada hiçbir partikülün konumu tam olarak bilinemezdi. Bahsettiğimiz leptonlar, kuarklar incelenirken belli aralıklarda yok olmaktaydı. Ayrıca girişim deneylerinde bir partikülün yerini bulmak için üzerine ışık tutulduğunda ve partikül ile ışık dalgası kesiştiği zaman istemeden partikülün hızı da değiştiriliyordu. Bu yüzden kuantum fizik, hiçbir şeyin tam olarak bilinemeyeceğini gösteriyordu, fiziksel dünyada her zaman bir belirsizlik vardı.
Lorenz ‘in “Kelebek Etkisi“ görüşü de determinizme tepkidir. O da, geleceği aşırı hassas bir terazi gibi görmektedir. Örnek vermek gerekirse; tren rayında ekmek kırıntısı gören fare, onu almak için rayda oyalanır. Tam o sırada tren geçer. Fare ölünce raydaki bakımsız çivi yerinden çıkar. Tren de, tam o sırada bir nükleer santralin yanından geçiyordur ve  “BOM” diyerek abartmak istiyorum. Gazeteler, manşetlere bakımsız raylar yazar ama asıl suçlu ekmek kırıntısıdır. Bunu da Lorenz, Güney Afrika’da kanat çırpan bir kelebeğin Londra’da fırtınaya sebep olabileceğini söyleyerek belirtmiştir. Yani, “Sayın Laplace, siz ne kadar fiziki şartı düşünürseniz düşünün, ihmal edilecek en ufak nokta mutlaka vardır” der.
  Bu ay da, her açıdan açıklamaya çalıştığım bu felsefi yazımı burada noktalıyorum.
Eminim bu yazı, birkaç soru cevaplarken birçok soru işaretini de oluşturmayı ihmal etmemiştir. Böylece felsefe de amacına ulaşmıştır.

  Özge ATASEVEN



  















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder